19 Nisan 2013 Cuma

Moda Çizgileri – 2



Merhabalar;

Bu hafta kaldığım yerden sizlere çizimlerimi sunmaya devam edeceğim.

2004 yılında bir ara büzgülü kıyafetler oldukça revaçtaydı. Bende doğal olarak etkilenip kendi tarzımı çizgilere döktüm. Malum siyah mini elbise her bayanın dolabında olması gerekenler arasındadır. Elbisenin etek kısmına minik bir büzgü ve taşlarla süslü ip aksesuarı yerleştirdim. Aynı taşları ayakkabının bilek kısmı ve elbiseyi tasma gibi boğaza bağlayan kolye etkisinde düşündüm. Ve de bileklik olarak. Taşlar akik, lacivert ve kahve tonlarında. Saçlar dalgalı ve dağınık şekilde toplanmış.

Korse elbise olsaydı ne olurdu düşüncesi ise bu kıyafeti doğurdu. Oldukça salaş düşündüğüm elbisenin bel kısmında bir bağcık şeklinde kemeri bulunuyor. Göğüs kısmında da aynı şekilde korseyi andıran sırta kadar uzanan ve boyundan bağlanan bağcık aksesuarı bulunuyor. Biri kalın diğeri ince korse tarzında bileklikler ile tamamladım.

Benim Cleopatra’m J . Yarasa kollu, göbeği açık üst ve cesur yırtmaçlı uzun eteği altın yaldız çizgileri ile süsledim. Altın rengi tacı ince olduğu için saçta doğal bir parıltı gibi duruyor.

Oryantal tarzı denemem. Altın yaldızlı oryantal süsler, çarık şeklinde ayakkabılar, yanları yırtmaçlı şalvar… Saçlar sıkıca toplanmış.

Asimetrik kesim, cüretkâr ve sade bir elbise. Turkuaz rengini yine aynı renkteki taşlarla süslenmiş kibar bir kolye ile tamamladım. Saçlar yine sıkıca toplanmış.

Natural tonlarda düşündüğüm elbisenin tek kolu uzun diğeri askılı olarak düşündüm. Örgü kemerinden sarkan turkuaz boncukları var. Saçının bir kısmı da örgü yapılıp turkuaz boncuklarla süslenmiş. Bodrum sandaleti tarzında ayakkabılar ile natürelliği tamamladım. Gülten Dayıoğlunun “Gökyüzündeki Mor Bulutlar” kitabını okuyanlar bilir, Jambuna Ana bu kombindeki esin kaynağımdır.

Bu kıyafeti Beyonce’un “Crazy in Love” şarkısının klibini izlerken düşündüm. Asimetrik kesim, cesur ve tek omzu açık beyaz elbise. Compaq makine ile beyaz olduğu için ancak bu kadar netleyebildim.

Asimetrik kesim ve korse tarzı bele oturan abiye modeli. Saten kumaştan düşündüğüm elbise dore ayakkabı ve aksesuarlarla tamamladım.

Haftaya tekrar çizimlerimi aktarmaya devam edeceğim. Sanatla kalın... :)

10 Nisan 2013 Çarşamba

Moda Çizgileri

Merhabalar;

Bu hafta farklı bir görselliği konu edinmeye karar verdim. Çizim ve moda tasarım.

Kendimi bildim bileli çizmeyi, boyamayı, kesip biçmeyi ve bir şeyler yaratmayı severim. Çocukken; karton, mukavva, el işi kağıdı, renkli fonlar, ipler, yapıştırıcılar, her türlü boya, kalem, defterler,  makas vb en yakın arkadaşımdı. Sayısal dersleri sevmez zorla geçerdim. Resim dersim her zaman iyiydi. Neredeyse tüm sınıfın resim ödevini ben yapardım. Hatta benden yaşça küçük ve alt sınıfta okuyan kuzenimin resim ödevlerini bile. Yavru sokak kedilerine çöpleri karıştırıp ev yaptığımı hatırlıyorum. Herkes ip atlar, seksek oynardı. Ben yalnız başıma çamurla oynamayı tercih ederdim. Zaman zaman acaba “ben deli miyim uzaylı mıyım” diye düşünürdüm. Halbuki herkesin yeteneği, zekası farklı yönde çalışıyormuş.  Şu anda da fotoğraf çekmeye, grafik programlarında görsel çalışmalar yapmaya devam ediyorum. Bunların yanı sıra 2000 yılından beri çeşitli görselliklerden etkilenerek kendimce modasal çizimler yapıyorum. Önümüzdeki birkaç hafta bu çizimlerimi beğeninize sunacağım.

Hadi başlayalım J


Bu elbiseyi çizerken Kylie Minoque’un bir ödül töreninde taktığı bir kolyeden esinlenmiştir. Gümüş, elips şeklinde büyüyerek aşağı doğru inen ve büyük, parlak, gece mavisi renkli taşla son bulan kolye. Aynı renklerde elips şeklindeki taşlardan kibar, açık, ince topuklu ayakkabı. Ve sade, etek boyu asimetrik şeklinde uzanan beyaz elbise.



İkinci yavruağzı elbiseyi ise Beyonce’un ismini şu an ismini hatırlayamadığım bir klibini izlerken oluşturdum. Keşke kıyafeti böyle olsaydı dans ederken daha güzel görünürdü, düşüncesiyle.  Retro topuklu, bilekten bağlı, açık ve lame renkli ayakkabı ile kombinledim. Üst kolda kalın gümüş bileklik ve elinde de gümüş birbirine bağlı yüzük-bileklik ile aksesuarlarını tamamladım.



Üçüncü elbise ise bir gece lambasından ortaya çıktı. Gece lambası etek olsaydı diye düşündüm gerisi kendiliğinden geldi. İki renkli, diz üstü çizme, tek eldiven, iki renkli saç tokası ve sarkan boncukları ile tasma şeklindeki siyah kolye tamamlayıcı ögeleri oldu.



Dördüncü elbise tamamen pembe rengin cazibesinden kaynaklandı. Sade ve cüretkâr bir kesimi var. Güneş şeklinde gümüş aksesuarlarla tamamladım.



Beşinci kıyafet Amerie isimli şarkıcının “1 thing” isimli şarkısının klibinde giydiği sarı renkli eteği kendimce yorumlayıp kombinleme çalışmam.



Yeni figürlerde görüşmek üzere…Sanatla kalın…

2 Nisan 2013 Salı

Kelebeğin Rüyası


Şimdi Kelebek Uyandın mı?

Filmin Öyküsü

Yılmaz Erdoğan'ın gerçek kişilerden ve olaylardan yola çıkarak senaryolaştırdığı Kelebeğin Rüyası, Zonguldak'ta yaşayan, iki genç şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun hayatlarına dokunuyor. Modernleşmekte olan Zonguldak’ta memuriyet hayatlarını sürdürürken, bir yandan da sanatla, edebiyatla ve en çok da şiirle iç içe yaşamaktadırlar. Genç Cumhuriyet ülkesi, bir yandan modernleşme çabasındayken, aynı yıllarda II. Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Belediye Başkanı'nın kızı Suzan'ın Zonguldak'a geri gelmesiyle Rüştü ve Muzaffer iddiaya girer. Suzan için şiir yazacaklar ve Suzan'ın en çok beğendiği şiiri yazan iddiayı kazanacaktır. Henüz lise öğrencisi olan Suzan, çevrenin istememesine rağmen iki gençle yakın arkadaş olur. Fakat 1940'lı yılların vebası olan verem, iki şiir sevdalısının da genç yaşta ölümüne sebep olur.

Çekimler Zonguldak ve İstanbul'da gerçekleştirilen yapım aynı zamanda Zonguldaklı madencilere ve mükellefiyet kanununa da değiniyor. Oyuncu kadrosunda Yılmaz Erdoğan'a Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan, Farah Zeynep Abdullah gibi genç-usta pek çok isim eşlik ediyor.

Karakterler Hakkında Bilgi

Filmde Yılmaz Erdoğan'ın orta yaşta bir edebiyat öğretmeni olarak canlandırdığı Behçet Necatigil aslında 1941'de henüz 25 yaşında olan genç bir edebiyat öğretmenidir. Varlık Dergisi'ndeki ilk şiiri ise 6 yıl önce yayınlanmıştır. Yılmaz Erdoğan’ın şair Behçet Necatigil karakteri naif esprileri ile filmi yumuşatıyor ve mesajlar veriyor.

Mert Fırat’ın canlandırdığı Rüştü Onur 1920 doğumlu bir Türk şairidir. 22 yaşında veremden hayatını kaybeden şair, hastalığının şiddetlendiği 1941-1942 yıllarını iş ve hastane arasında geçirmiştir. Zonguldak M. Çelikel Lisesi’nde bir sene öğretmenlik yapan Behçet Necatigil ve yakın arkadaşı şair Muzaffer Tayyip Uslu ile birlikte Zonguldak’ta çıkan dergi ve gazetelerde ve İstanbul’da yayımlanan Değirmen mecmuasında şiir ve yazılar yayımlamıştır. Sağlığı kötüleşince İstanbul’a giderek Heybeliada’daki Senatoryumda tedavi görmüş ve bu sırada tanıştığı, aynı kurumda tifodan yatmakta olan Mediha Sessiz ile nişanlanmıştır. Aynı yıl İstanbul’a giderek nişanlısının evine yerleşmiş. Nişanlısının 3 ay sonra tifodan ölümü üzerine kendi durumu da ağırlaşmış ve Beşiktaş’ta Şair Leyla Sokak’taki evinde 2 Aralık 1942'de yaşamını yitirmiştir.

Kıvanç Tatlıtuğ’un canlandırdığı Muzaffer Tayyip Uslu 1922 doğumlu bir Türk şairidir. Zonguldak'ta lise öğrenimi sırasında Behçet Necatigil'in öğrencisi olmuştur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ndeki yüksek öğrenimini yoksulluğu ve hastalığı nedeniyle sürdürememiş ve Zonguldak'ta çalışmak zorunda kalmıştır. O da arkadaşı Rüştü Onur gibi 1946 yılında veremden ölmüştür.


Filmle ilgili detaylar

- Tarihi Akdeniz Gemisi'nde, tasarım, üretim ve uygulaması Türkiye'de gerçekleştirilen ve kullanılan ilk hareketli kamera sistemi Wirecam kullanılmış.
- Heybeliada'daki çekimler için güneşli bir sonbahar gününde set karlarla kaplanmış.
- Özel efekt çalışmaları için 60 kişilik bir görsel efekt ekibi çalışmış.
- Hastane idari personeli, tıbbi personel ve hastaların kostüm ve aksesuarları döneme uygun olarak üretilmiş, 250'nin üzerinde yardımcı oyuncu havadan ve denizden gerçekleşen çekimlerde görev almış.
- 7 senedir kapalı olan Heybeliada Sanatoryumu film için yeniden restore edilmiş.
-Çekimler 105 günde tamamlanmış.
-Kelebeğin Rüyası, 2013 Los Angeles Türk Film Festivali'nin de açılış filmi olarak seçilmiş.


Film ismini bir tao hikayesinden almıştır. Hikaye kısaca şöyledir; Chuang Tzu rüyasında bir kelebek olduğunu görür. Uyandığında ise kendisini rüyasında kelebek olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir kelebek mi olduğuna karar veremez. Filmde Suzan karakterine bu hikayeyi Muzaffer anlatır. Rüştü’nün ölümü üzerine Suzan, Muzaffer’e; “Kelebek uyandı mı şimdi” diye sorar.

Kıyafetler, olaylar ve mekanlar dönemin ruhunu izleyiciye geçiriyor. Maden işçileri ve Mükellefiyet kanununa değiniliyor. Maden işçilerinin o zaman ki koşullarını gözler önüne serilirken adeta günümüze de göz kırpıyor. Zengin ve yoksul halk arasındaki zıtlığı pekiştirmek için dönemin büyük problemi olan verem, tifo gibi hastalıklar en gerçekçi hali ile aktarılıyor. Çoğu kişinin düzgün beslenememekten hastalıklarının ilerlediği iletiliyor. Yani yaşadıkları kalitesiz hayat sonucu çoğu kişi hastalanıp ölüyor. İzleyici, halkın o dönemde ne derece uç noktalarda yaşadığını anlıyor. Zengin çok zengin, fakir ise tam fakir…

Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur’un hayatları boyunca hiç dolma kalemleri olmamış. Kaldı filmde kurşun kalem ve daktilo sevdalarına olan vurgu bu yüzden yapılmış.

Zengin kesimin daha çok spora, dansa yöneldiği ve hastalıklar hakkında tam bilgileri olmadığı için fakir kesime ucube gibi davrandığı, hor gördüğü resmediliyor. Fakir kesimin ise çektiği sıkıntılar sebebi ile daha çok şiire ve sanata yöneldikleri anlatılıyor. Maddi açıdan yoksul ama sanatsal açıdan oldukça zengin oldukları vurgulanıyor. Bir şair için her şeyin şiirin bahanesi olduğunu da hatırlatıyor. Acı, sıkıntı, aşk, hastalık, ölüm ve hatta anne bile…

Şairlerin işsiz olarak kabul edildiği bir dönem. Fakat Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip için şairlik o kadar önemli ki Rüştü’nün mezar taşına Muzaffer “Şair”i ekliyor. Şiir ve edebiyat aşkının insana neler yaptırabileceği izleyiciye gösteriliyor. Öyle ki Muzaffer Tayyip’in iş yerinden daktilo çalıp işten kovulmayı bile göze alıyorlar. Şiir yazmak için güzel ve zengin bir kız seçip iddiaya giriyorlar. Şiirlerinin yayınlanması için verdikleri çaba gözler önüne seriliyor. Yani izleyicilere “Şair” sıfatının onlar için önemi aktarılıyor. Arkadaşlıklarının da yine her şeyin üstünde olduğu anlatılıyor.

Filmin sonunda Muzaffer Tayyip’in defini sahnesinde uçuşan pamukçuklarla  (diğer isimleri ile pisipisi, şeytan tüyü) göstergebilime başvurulmuş. İzleyiciye şairlerin hayatlarının baharlarında öldüğü anlatılmaya çalışılmış.

Yılmaz Erdoğan’ın senaryoyu araştırması, yazması ve filme dökmesi 7 yılını almış. Şair yönü ile de tanıdığımız Erdoğan sayesinde, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip ve nicelerini seneler sonra anma imkanı buluyoruz. Filmin vermek istediği mesajı ise Muzaffer Tayyip Uslu’nun “Öldükten Sonra” adlı şiiri oldukça gerçekçi bir şekilde aktarıyor.


Öldükten Sonra

Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan

Muzaffer Tayyip Uslu

22 Mart 2013 Cuma

ARGO



Argo - Go Fu*k Yourself!

Özet ve Kısa Bilgi

1979’da Şah'ın devrildiği İran devriminin en yoğun günlerinde, militanlar başkent Tahran’daki Amerikan Büyük Elçilik binasına girip 52 Amerikalıyı rehin alınması ile İran İslam Devrimi esnasında Tahran'da meydana gelen rehine krizi olayında, ABD büyük elçiliğinde bulunan ve Kanada Büyük elçiliğine kaçabilen 6 ABD'li diplomatın İran'dan kurtarmak için yapılan gizli operasyonu anlatmaktadır. Kaçırılma operasyonunun adı ‘Canadian Caper’ olarak adlandırılmıştır.

Filmin hem başrolünü (CIA ajanı Tony Mendez karakteri ile) hem yönetmenliğini üstlenen Ben Affleck’e; Alan Arkin, John Goodman, Kerry Bishé, Kyle Chandler, Rory Cochrane ve Christopher Denham gibi isimler eşlik ediyor.

Film, Antonio Mendez’in 1999'da yayımlanan CIA ajanı olarak deneyimlerini aktardığı  "Master in Disguise" adlı kitabının bazı bölümleri dramatize edilerek Chris Terrio tarafından senaryolaştırılmış.

Argo, 85. Akademi Ödülleri'nde En İyi Kurgu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Film ödüllerini kazanmıştır. Üstelik Beyaz Saray'dan Michell Obama, Oscar salonuna bağlanarak en iyi film ödülünü açıklamıştı. Obama, "Bu yıl ödüle aday gösterilen filmler bizi güldürdü, ağlattı ve hepimizi birbirimize biraz daha yaklaştırdı" dedi. "Bu filmler, çok çalıştığımızda her türlü zorlukların üstesinden geleceğimizi gösterdi. Bu özellikle gençler için çok önemli. Her geçen gün sanata biraz daha bağlanarak, hayal dünyalarını geliştirmeyi biraz daha öğreniyor ve bu rüyaları gerçekleştirmek için çaba harcıyorlar" şeklinde konuşmuştu.



First Lady(!)’nin bu konuşmasına bakarak izleyici ‘ARGO’nun En İyi Film ödülünü almasına şaşırmamalı. Filmi sonuna kadar izleyebilenler göreceklerdir ki Amerika’nın her alanda olduğu gibi sinemasal açıdan da kendini övdüğü ve doğuyu öcüleştirdiği filmlerden biri Argo. (300 Spartalı veya Cennet’in Krallığı filmlerini hatırlayacak olursak)

İran halkı Hollywood sinemasında öcü, terörist, öfkeli halk olarak gösteriliyor. Argo filmine göstergebilimsel olarak bakıldığında, Hollywood’un bilim kurgu filmleri aracılığı ile İran ve benzeri ülkelere gönderme var.  Maymunlar cehennemi filminin ve Hollywood sinema stüdyolarının filmdeki kullanımı tesadüf değil. Bilim kurgu filmlerinde üstün teknoloji sahibi dünyayı kurtaran güzel ırk Amerikalıları temsil ederken, zalim, kötü, maymun uzaylı veya ucube olarak gösterilenler İslam ülkeleridir. Amerika, sakin, huzurlu, yaşam kalitesi yüksek, güçlü, modern bir ülke olarak resmedilirken, İslam ülkeleri ise tam tersi şekilde aktarılıyor. Ama filmin başında verilen bilgiler dikkate alınacak olursa Amerika’nın İslam ülkelerinin yönetimlerine karışarak yaptığını anlamak mümkün.

Filmde ‘1980 İstanbul’ diye gösterilen sahne de Sultan Ahmet Camii görüyoruz. Yine İslam vurgusu var. Tahran olarak gösterilen çoğu yerinde dikkatli izlendiğinde Ayasofya, Kapalı Çarşı gibi tanıdık görüntüleri ile İstanbul’da çekildiğini anlıyoruz.

Gerçek bir olayın kurgusu olan filmde Kanada’ya teşekkürlerini iletirken, esas kahramanın kendi CIA ajanı Antonio Mendez olduğunu da seyirciye aktarıyor.

Kıyafet, mekan ve dekora gösterilen özen ile dönemin ruhu seyirciye aktarılıyor. Seyirci, oyuncuların özenle seçildiği ve olayı yaşamış gerçek kişilere benzerlikleri için uğraşıldığını seziyor. Sepya tonlarındaki sıcak renk ton seçimi çöl iklimine uygun olarak seçildiği anlaşılıyor.

Hızlı kurgu ve sahne akışına sahip olmasına rağmen izleyici filmin yarısından sonra sıkılabiliyor. Başlangıçtaki storyboard ve döneme ait fotoğraflardan hazırlanmış animasyon ile anlatılan kısa bilgiler filme adaptasyonu sağlamak için kullanılmış. Filmin sonunda, olayı pekiştirmek ve gerçek olaydan kurgulandığını hatırlatmak için yine filmden kareler ve olay zamanına ait gerçek fotoğraflar kullanılmış.

Filmin son sahnesinde Tony Mendez huzurlu evine, eşine ve çocuğuna dönüyor. Oğlunun odasında pek çok bilim kurgu kahramanının oyuncaklarını görüyoruz. Tony Mendez, Argo’nun storyboard parçalarından birini onların arasına koyuyor. Bu sahne ile anlıyoruz ki diğer ülkeler ve orada yaşananlar ABD için macera, oyuncak, hatıradan başka bir şey değil.

Sonuç olarak; Argo klasik bir Hollywood filmi ve vermek istediği bir mesajı yok. Ülkesini ve kurumlarını övdüğü bir yapım. İzlemek isteyenlere filmin öne çıkan repliğini ve film üzerine düşüncemi aktarıyorum: “ARGO! Go F**k Yourself!”.

Killing Them Softly



Kibarca Öldürmek

Yerel bir çetenin yönettiği,  yüksek bahisli ve korumalı bir poker oyunu sırasında bir soygun meydana gelir. Soygunu gerçekleştirenler arkasında pek çok iz bırakır. Bu soygunu araştırmak ve gerçekleştirenleri öldürmek işi profesyonel bir kiralık katil olan Jackie Cogan’a verilir. Soğukkanlılığı ve acımasızlığı ile tanınan Jackie duygusal iletişimden hoşlanmadığı için işini 'temiz' ve 'kibarca' yapar. Jackie aynı zaman da yaşadığı ülkenin gerçek yüzünü görebilen bir adamdır.

Brad Pitt’in kariyerinde ilk kez kiralık katil rolünde yer aldığı film, eski Boston savcısı, yazar George V. Higgins’in “Cogan’s Trade” adlı romanından uyarlandı. Brad Pitt’e filmde Richard Jenkins, James Gandolfini ve Ray Liotta eşlik ediyor.



Açılış sekansında genç bir adamın tünel gibi bir yerden geçtiğini ve arada başkan adayı Barack Obama’nın halka seslendiğini görüyoruz. Burada izleyici anlıyor ki ülke de fırtına öncesi sessizlik hakim ve ülke bir geçiş sürecinde bulunuyor.

İzleyici, filmin, çete ve kiralık katil olgusundan çok vermek istediği mesajı daha ilk dakikalardan anlıyor. Film boyunca, araba radyosu ya da barlardaki TV’lerden verilen haberlerden veya billboardlardaki afişlerden, bir derdim var diye bağırıyor adeta. Hatta bu bilgilerin verilmediği düşünülse film, izleyici için ara sıra sıkıcı, zor ilerleyen ve anlamsız bir hal alabilirdi. Seyirciye, 2008 yılında gerçekleşen ABD başkan seçimi öncesi soygunun gerçekleştiği aktarılıyor.

Filmin esas vermek istediği mesajı, seyirci, filmin sonunda Brad Pitt’in canlandırdığı karakter sayesinde öğreniyor. Jackie karakteri ABD başkanın belirlendiği gece işini bitirmiş ve parasını alacak olmanın mutluluğu ile patlayan havai fişeklerin arasından bir bara gelir. Havai fişekler göstergebilimsel olarak hazza ve zafere işaret ediyor. Bu sırada yeni başkan Obama ilk konuşmasını yapıyor. “ Siyah, beyaz, Asyalı, gay, normal,kadın,erkek… Biz hiçbir zaman bireysel bir toplum olmadık. Hepimiz farklıyız ama hepimiz eşitiz. Biz her zaman Amerika Birleşik Devletleri olduk. Tek bir toplum, tek bir insan olduk. Demokrasi, özgürlük… Biz biriz.” Bardaki TV’den konuşmayı dinleyen Jackie yanındaki adama: “Güldürme beni. Ben Amerika’da yaşıyorum ve Amerika’da tek başınasın. Burası sadece ülke değil, burası aynı zamanda bir iş. Şimdi bana paramı öde.”

Jackie karakterinin bu sahnesi ile Amerikan rüyası diye bir şeyin gerçek olmadığını yönetmen seyirciye aktarıyor. Ekonominin kötü olduğu, kumar oyunlarının, çetelerin, silahlanmanın, uyuşturucunun ve alkolün yaygın sorunlar olduğu anlatılıyor. Bireylerin para için çeteleşip kumar oynan yerleri bile soyduğu vurgusu var. Mutsuz olan ve geçim sıkıntısı çeken yalnız bireylerin alkol ve uyuşturucuya yöneldiklerini de dile getiriyor. Aile ve evliliklerin filmlerde gösterildiği gibi olmadığını Mickey karakteri üzerinden aktarıyor. Yeraltı dünyasının bile birbirine girebildiğini ve orada da bir piyasa olduğunu hatta o an için durgun olduğunu söylemekten de geri durmuyor. Yani izleyiciye, Amerika’nın tek büyük güç, bir millet olduğunun sadece lafta olduğunu vurguluyor. Diğer Hollywood filmlerinde gösterildiği gibi herkes şahane evlerde oturup, lüks araba, süper kariyere sahip olmadığını bunların sadece senaryo olduğunu gözler önüne seriyor.

Çekimler filmin ruhuna uygun olarak dış sahnelerde kasvetli yağmurlu havada geçiyor. İç sahnelerde ise daha loş ışıklı mekanlar kullanılmış.

Film ismini, aslında soğukkanlı ve acımazsız bir katil olan Jackie’nin para uğruna, uzaktan, duygusal temasa girmeden işini yapmak istemesi, kibarca ve sessizce öldürme çabasından alıyor.

Meraklısının sabırla izleyip keyif alacağı bir yapım olan Kill Them Softly, hafta sonu için doğru seçim olabilir. Sanatla kalın…

15 Mart 2013 Cuma

Fotoğraf Akımları


 Fütürist Fotoğraf

Fütürizm (gelecekçilik) 20. yüzyılın başlarında İtalya’da doğmuş bir akımdır. İtalya sınırlarını çok fazla aşamamıştır. Sanata dinamizm yani hareket – hız getirmeyi amaçlayan ve ahengi güzelliği gereksiz sayan akımdır. İtalya’nın kötü günlerinden kurtulması ve geleneksel Roma etkisini kırmak amaçlanmıştır. Fotoğraf dalındaki en önemli temsilcisi,  Anton Giulio Bragaglia’dır.

Ekspresyonizm Fotoğraf


Ekspresyonizm yani ifadecilik, dışavurumculuktur. Sanatçı, görüneni olduğu gibi aktarmaz güçlü iç duygularını sanatına yansıtır. Abartı, çarpıtılmış biçim ve karamsarlık öne çıkan özellikleridir. Almanya’da gerçekçiliğe karşı olarak doğmuştur. Fotoğraf alanındaki temsilcileri; Hans Bellmer, Alfred Otto Wolfgang Schulze’dur. Hansbellmer ‘i sürrealist olarak da tanımlayanlar vardır.

Dadaizm Fotoğraf

Uluslararası özelliğe sahip ilk sanat hareketidir. I. Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkmıştır. Savaşın barbarlığı, savaş sonrası ortamın yarattığı kargaşa olarak nitelendirilen akım daha sonra sürrealizmin habercisi olarak anılmıştır. Kapitalist sisteme ve onun yarattığı burjuva sınıfını yeren bir çizgileri vardır. Ayrıca erotizme ve estetiğe karşı bir akımdır. Fotoğraf alanındaki temsilcileri; Alfred Stieglitz, Raoul Hausmann.

Sürrealizm Fotoğraf

Dünya Savaşları sırasında gelişen bir sanat akımıdır. Bir diğer adı Gerçeküstücülük’tür. Kapitalist toplumun buhranını yansıtan akım, mantığı reddeder. Psikoloji, bilinçdışı, hayal gücü ve kişinin kendini çözümlemesini ön planda tutup eserlerini sunmuştur. Fotoğraf alanındaki önemli sanatçıları; Max Ernst, Dali de Chirico, Man Ray ve Laszlo Moholy – Nagy Edward Steichen.

3 Mart 2013 Pazar

Amour (Aşk)

Usta Michael Haneke’den “Aşk”

80’li yaşlardaki Georges ve Anne, Paris’te eski bir dairede yaşayan, emekli ve eğitimli iki müzik öğretmeni olan Fransız çifttir. Yaşları ilerlemiş olmasına rağmen hala birbirlerine aşık ve huzurlu, mutlu bir evlilikleri vardır. Birde kendileri gibi müzisyen ve çapkın bir müzisyen eşe sahip olan kızları Eva vardır.
Bir gün Anne, beynine giden damarlardan birinde kan pıhtılaşmasına bağlı olarak boyundan aşağısı felç olur. Georges sevgili karısına elinden geldiğince iyi bakar ama Anne iyileşmek istememekte ve bunun için hiçbir çaba göstermemektedir. Anne'nin durumu git gide kötüleşmektedir. Georges çareyi en sonunda iki ayrı hemşire tutmakta bulur. Fakat daha sonra eşinin çektiği acılara dayanamaz ve onu yastıkla boğarak öldürür.
Başrollerini Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva paylaşıyor. 2012 Cannes Film Festivali'nden Altın palmiye alan yapıt aynı zamanda ABD'de Ulusal Film Eleştirmenleri Topluluğu tarafından 2012 yılının en iyi film, filmin başrol oyuncusu Emmanuelle Riva'yı da en iyi kadın oyuncu seçti. “Amour”un Avusturyalı yönetmeni Michael Haneke ise en iyi yönetmen seçildi. 85. Oscar ödüllerinde ise “Amour” en iyi yabancı film ödülüne layık görüldü.

Film gerek uzun çekimleri, oyuncuyu takip eden ve değişmeyen açıları, gerekse müzik kullanılmayışı ile tam bir Fransız Yeni Dalga örneği oluşturuyor. CD çalardan müzik açılmadıkça veya evde piyano çalınmadıkça ya da klasik müzik konserine gidilmedikçe dış ses kullanılmamış. Bu yöntemler sayesinde izleyici kendini bir süre sonra o evin bir parçası gibi hissetmeye başlıyor. Yani olayları birebir gözetleyen bir yapıya bürünüyor. Bu açıdan bakıldığında film oldukça gerçekçi bir yapıya sahip olmakla birlikte Hollywood sineması gibi göz boyamaya çalışmadan izleyiciyi etkilemeyi başarıyor. Hollywood sineması bilindiği üzere güzel/yakışıklı yıldız oyuncular, grafiksel eklentiler, hızlı kurgu, teknolojik güzellikler, müzik ve doğaüstü konular ile daha hareketli ve ilgi çekicidir. Fakat sinema sanatı açısından sadece anlık bir doyuma ulaştırır. Film bittikten sonra ise üzerine düşünecek bir şeyler olmaz filmde reklamı yapılan markalara izleyici yönelir. Amour filminde ise Haneke, natural ve gerçekçi tarzı ile seyirciyi filme hapsettiği gibi günlerce üzerine düşünecek kadar etkilemeyi başarıyor. Yani usta Haneke insan psikolojisi üzerindeki tanrısal gücünü yineliyor.
Anne ve Georges’un sanata olan sevdasını pekiştirmek için klasik müzik, piyano, yağlı tablolar ve kitaplarla dolu salonları ön plana çıkarılmış. Eser, görsel ve işitsel olarak pek çok sanata doyum sağlıyor. Ve hayatın gerçeklerine…

Göstergebilimsel açıdan bakıldığında ise filmde Georges’un kabusu ve eve ışıklıktan giren güvercin kullanıldığını görüyoruz. Kabus her şeyin kötüye gideceğine dair bize ipucu veriyor. Güvercin ise Anne’in ölüm/özgürlüğünü temsil ediyor.  Georges, güvercin ilk eve girdiğinde onu dışarıya kovalıyor yani Anne’nın ölümünü def ediyor. İkinci kez eve girdiğinde ise Georges onu yakalayıp özgür bırakıyor ki bu da Anne’i boğarak öldürüp ruhunun özgürlüğe kavuşmasını temsil ediyor.  Tabi Georges’un yatalak eşi Anne’i öldürmesi iki şekilde de yorumlanabilir. Hayatının aşkı olan eşini çektiği acılardan kurtarıyor ya da kendini.  Filmin sonunda ise Anne’in hayali Georges’u alıp evden dışarıya çıkarıyor. Yani Georges eşine kavuşuyor.

Filmin mesajını Anne karakteri fotoğraf albümüne bakarken ağzından kaçırıveriyor; “hayat, uzun ve güzel”. Evet, hayat uzun ve bir gün herkes yaşlanıp bir şekilde ölecek. Peki, sizin yanınızda kim olacak? Siz olsanız ömrünüzü geçirdiğiniz eşinize sabırla bakar mısınız yoksa onu bakımevine mi terk edersiniz?  Acılarına rağmen hayatta yanınızda kalması için elinizden geleni yapar mısınız veya onun acı çekmesine dayanamayıp öldürür müsünüz?