29 Ocak 2013 Salı

"I'm Legend" - Ben Efsaneyim Çözümleme



Hollywood Filmlerinin Klişeleri


-Her meteor Amerika’yı vurur.
-Bütün uzaylılar her zaman Amerika'ya iner. 
-Herkes ölür bir Amerikalı kalır.
-Siyahi, komik, vurdumduymaz FBI ajanı ile beyaz, olgun, karizmatik, işini ciddiye alan -FBI ajanının yolları kesişir.
-Korku ya da aksiyon filminde bir amaç için savaşan ya da beraber bir yere ulaşmaya çalişan bir grup varsa bu grubun içinde bir tane zenci mutlaka olur. Kötü adam ya da yaratık bunları öldürüyorsa ilk ölen zencidir.
-Siyah ve beyazlar arasında aşk ilişkisine pek rastlanmaz. Eğer olur da olursa filmin konusu ırklar arasi ilişkilerdir zaten. Genelde erkek siyah, kız beyaz olur. 
-Filmdeki siyahlar illaki fakirdir.
-Hollywood filmlerinde muhakkak bir sahnede Amerikan bayrağı gösterilir.
-Cüretkar pozlar, büyük patlamalar, ABD ordusunun her fırsatta gövde gösterisi yapması ve olmazsa olmazlardan; hristiyanlık ile ilgili bir sembol.



FiLMiN GÖSTERGEBiLiMSEL AÇIDAN GENEL ÇÖZÜMLEMESi

-Virüsün yayılmasına neden olan kadın “beyaz” bir kadındır. Kurtaran kişi erkek ve zencidir (Will Smith).

-Filmdeki ilk kelebek görüntüsü bir afişin yırtılmış kısmındakarşımıza çıkar. Afişin üstünde “God Still Loves Us”  yazmaktadır. Afiş,insanların Tanrı’nın işine karışarak virüsün ilerlemesine neden olmalarına rağmen; O’nun hala onlarla beraber olduğunu  vurgular.

-Bir sahnede yukardan yapılan genel çekimle şehrin görüntüsü verilir. Burada şehrin caddelerinin Haç şeklinde olduğu görülür.

-Will Smith, filmde Güneş Tanrısı’nı sembolize eder. Mısır Güneş Tanrısı Horus, dirilişin sembolüdür. Robert Neville (Will Smith) insanlar için bir formül geliştirmiş ve tüm insanlığın yeniden doğuşunu sağlamıştır.

-Her gece yatağında değil de küvette kıvrılıp yatması ana rahmine dönüşü simgeler. Orada silahı ve köpeğiyle kendini güvende hisseder.

-Anna ve Ethan kurtulanlar kolonisine gittiklerinde açılan kapıda karşılarına kilise çıkar. Filmin taşıdığı mesaj dinsel içeriklidir. Bize dünyayı kurtarmanın Tanrı’ya inanmaktan başladığını öğütler. Bunu da bize kilise görüntüsü  ve başta Tanrı’ya inanmayan karakterin daha sonra Tanrı’ya inanmaya başlamasıyla gösterir.

  
HEPİMİZ VAMPİRİZ




Hepimiz Vampiriz  Richard Matheson (d.1926)'un 1954 yılında yazdığı gotik korku-bilim kurgu türünden çok satan bir kitaptır. Özgün ismi I Am Legend'dır. 

Konusu: Dünyadaki tüm insanların ölümüne yol açan geniş çaplı bir salgın hastalık sonunda hayatta kalan tek kişi yıllar önce Orta Amerika'da iken bilinmedik bir şekilde bu enfeksiyona direnç kazanmış olan Dr. Robert Neville'dir. : Gündüzleri sorun yoktur... Ancak gece bastırınca salgından ölen kurbanlar mezarlarından kalkarak kan içici birer vampire dönüşmüş olarak ortaya çıkarlar.

          Bu çok satan roman zaman içinde üç kez sinemaya uyarlanmıştır İlk film “the last man on earth” 1964 yılında çekilmiştir. En zayıfı ve en az bütçe ile çekilenidir. Ayrıca senaryosunu Richard Matheson kendi yazdığı halde filmi beğenmemiştir. 1971 tarihli The Omega Man ise ilkinden tamamen farklı bir film olmuştu. Boris Sagal’ın yönettiği film bilimkurgu sinemasının klasikleri arasında sayılır. Matheson’un romanının ve The Omega Man’in bugün hala güzel örnekleri karşımıza çıkan “Yaşayan Ölüler” , “28 Gün Sonra”  ve “12 maymun” filmlerine esin kaynağı olmuştur. Son film ise a tipi film olarak nitelendirilebilir. Yani bütçesi yüksek ve star oynuyor yani gişe başarısı kesin –ki filmin ilk 3 günlük hasılatı 76,5 milyon dolar ile yüzüklerin efendisini geçiyor(72,6 milyon dolar). 



REKLAMLAR

Bu nasıl sarışın, shrek  ve “suparman & batman” filminin afişlerini görüyoruz ki üzerinde vizyona giriş tarihleri bile yazıyor. Newyork berbat,bitmiş, tükenmiş halde ama bize mc donalds,mobil ve time dergilerini tanıtılmaya devam ediyorlar.

DİSTOPYA KAVRAMI VE I’M LEGEND FİLMİ

 Distopya, kelime anlamıyla ''ulaşılması mümkün olmayan kötü gelecek senaryosu'' olarak bilinse de, bahsi geçen kitaplardaki gelecek senaryolarının farklı biçimlerde de olsa günümüzde gerçekleşmiş ve gerçekleşmekte olduğunu söylemek yanlış olmaz.

I’m legend filminde de görüldüğü gibi bir virüs bütün dünyayı etkisi altına almaktadır. İnsanlar bu virüse karşı koyma çabasındalar fakat sadece bağışıklığı güçlü olan insanlar bu virüsten kurtulmak için çaba harcayabilmektedir. Distopya kavramında ütopyanın iyi ve imkânsız dünyasının aksine gerçekleşmesi muhtemel olan ve daha kötümser olaylar yaşanmaktadır. İncelediğimiz bu filmde bu anlatılanlar gibidir. Şu anda bu derece kötü bir olay olmasını düşünmesekte böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimalinin olduğunun da farkındayız. İşte bu şekilde incelendiğinde filmimizdeki olayın gerçekleşme ihtimali olduğunu görebiliyoruz. Filmi izleyenlerinde şöyle bir yorumu var;”Bu grip aşıları, kanser tedavileri, tohumlarıyla oynanan hormonlu gıdaların sonucu ‘ben efsaneyim’ gibi filmler olacak”.  Bir başka yorumu da ben yapayım. Yıllarca Hollywood’un aksiyon… vs filmlerinde ikiz kuleler, Özgürlük Heykeli, Beyaz Saray yıkıldı. İkiz kuleler yıkılalı 11-12 sene oldu bile bakalım sıra hangisinde. Yani distopik olarak filmdeki gelecek tablosun gerçekleşmemesi imkânsız değil.



ZENCİLER

Önceleri Hollywood sineması zencileri köle ve uşak olarak göstermiştir. Daha sonraları Blackensstein, Blackula, Blackfather gibi beyaz taklidi filmleri yaptılar. Bu dönemler zenci gençler beyaza özenip saçlarını düzleştirmek için kimyasal madde kllanıp, renklerinin biraz daha açık görünmesi için yüzlerini pudralıyorlar ve beyazların o zamanki modalarına ayak uydurmaya çalışarak onlar gibi giyiniyorlardı.  Daha sonra zenci adam yardımcı karakter yani beyazın ortağı rolüne geçiş yapmıştır. Ama yine de zenci oldukları için yadırganıyorlardı ki bu renksel çatışma filmlerde de yansıtılmıştır ve yansıtılmaya devam ediyor. Zencilerin filmlerdeki rolleri gerçek yaşamdaki rolleriyle beraber başrole kadar yükselmiştir. Ve tabi filmimizin başrol oyuncusunun neden zenci olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Artık beyaza ne yapması nasıl yaşaması gerektiğini anlatan adamdır siyahlar örneğin aşk doktoru filmi… Gerçek yaşamdan Rice ve Başkan Obama’yı örnek olarak verebiliriz.
            
SONUÇ

Amerikan sineması bize diyor ki; “ben teknolojik yeniliklerle, iyi bir bütçeyle ve dünya çapında bir starla çok satan bir romanı 3-4 kez sinemaya uyarlarım. Filmimin gişe başarısını kesinleştiririm.Kendi aile yapımı, ordumu ,dinimi ve diğer gazete, dergi, yiyecek, film, müzik, kıyafet….vs ürünlerimi bu filmlerle sana idealize ederim. Ve böylece dünyanın geleceğini belirler ve dünyaya hükmederim. Eğer daha iyi bir fikrin, bütçen ve teknolojin varsa daha iyisini yap”.












18 Ocak 2013 Cuma

Luc Besson ve Kadınları



Kısaca Luc Besson

Luc besson 1959’da Paris’te doğdu. Çocukluğunda ailesinin işi dolayısıyla (dalgıç eğitmenliği) dünyanın çeşitli yerlerini dolaştı. Okul yıllarında “beşinci element” ve “derin mavi” filmlerinin taslaklarını hazırlayarak sinema yeteneğini gösterdi.  İlk olarak L’Avant Dernier ve onu takip eden Le Dernier Combat’ı çekti. Bu filmlerle ismini duyurduktan sonra kısa aralıklarla çektiği filmleri ile iyice ünlendi. Yönetmenliğin haricinde Luc Besson, senarist ve yapımcı görevlerini üstlendiği pek çok filme imza attı.
Yönetmenliğini üstlendiği en bilinen filmleri; Derin Mavi (1988), Nikita (1990), Atlantis (1991), Leon (1994), 5.element (1997), Angel-A (2003), Arthur and The invisibles (2006).

Sineması Üzerinde Etkili Olan Olaylar

Luc Besson’ın filmlerinde doğduğu şehir Paris’in, çocukluk yaşantısının, ailesinin icra ettiği dalgıç eğitmenliğinin ve sinemadan önce uğraştığı -bir dalış kazası sonucu vazgeçtiği- deniz biyoloğu olma hayalinin etkilerini görebilirsiniz. Derin Mavi ve Atlantis filmleri bunların en önemli örnekleridir.

Luc Besson ve Kadın Karakterleri

Luc Besson filmlerinin öne çıkan yanlarından biri kadın karakterleridir. Onun kadınları; genç(bazen çocuk yaşta), cılız, uzun bacaklı, kısa saçlı, soluk tenli, yalnız, güçlü, erkeksi ve seksidir. Kadın karakterlerini güçlü göstermek için yalnız bırakır ve olumsuz örnek oluşturacak davranışlarda bulundurur. Örneğin; Nikita 20’li yaşlarda alkol, uyuşturucu ve sigara ile arası iyi olan bir genç bayandır. Leon filminde 12 yaşındaki Mathilda bir tetikçiye aşık olan, mafya tarafından ailesi katledilmiş, sigara içmeye ve seksi olmaya çalışarak güçlü gözükmek için uğraşan bir kız çocuğudur. Bir diğer kadın karakteri Angel-A ise fahişe kılığına girmiş, alkol ve sigaraya bayılan yol gösterici bir melektir. The Story Of Joan D’arc ve 5. Element filmlerinde Milla Jovovich’in canlandırdığı karakterleri de es geçmemek lazım.

Karakterler filmin başında yalnız ve güçlü olmaya çalışan bu bayan karakterler hikayenin sonlarına doğru aşık olurlar. Böylece yönetmen kadınlarını olgunluk aşamasına ulaştırır. Genellikle aşık oldukları karakterler kendilerine zıttır. Masum Mathilda babası yaşındaki mafya tetikçisine aşık olur veya bir diğer örnek Fahişe kılığına girmiş güzeller güzeli melek Angel-A ise beceriksiz dolandırıcı ve kendinden oldukça kısa olan Andre’ye aşık olur.

Güçlü kadın karakterleri ile aslında yönetmenin aktarmaya çalıştığı mesaj; yalnızlaşan ve güvenini atlatmanın aslında sevginin gücünü fark etmek kadar basit olduğu göstermektir.

Filmlerinden Birkaç Replik

-Vücuduna bak! Güvensizlikten ve sevgisizlikten acı içinde. (Angel-A)

-Ebedi ola iki şey vardır; Dişilik ve Dişiliğini kullanmayı bilmek (Nikita)

-Leeloo: Yarattığın her şeyi yok etmek için kullanıyorsunuz.
-Korben Dallas: Evet, buna da insanın doğası diyoruz. (The Fifth Element)



Mathilda: Leon sanırım sana aşık oluyorum, bu başıma ilk defa geliyor.
Leon: Daha önce aşık olmadıysan bunun aşk olduğunu nerden biliyorsun.
Mathilda: Çünkü hissediyorum.
Leon: nerde?
Mathilda: Karnımda, sıcacık daha önce hep bir yumru olurdu artık geçti
Leon: Mathilda, artık karnının ağrımadığına sevindim, ama bunun bir anlama geldiğini sanmıyorum… Senin biraz büyümek için zamana ihtiyacın var.
Mathilda: Ben büyüdüm Leon yaşlanıyorum. (Leon : The Professional)

Sanat ile kalın…

13 Ocak 2013 Pazar

Belgesel Sinemanın Muzip Çocuğu


Micheal Moore

Belgesel Sinema Tarihi İçerisindeki Yeri

1954 doğumlu Michael Moore Katolik okullarında okuyarak büyümüş olmasına rağmen araştırmacı gazeteci yönü ağır basarak kendi ülkesini acımasızca eleştirecek ve bunu tüm dünyaya yayacak kadar cüretkar, çılgın, zeki, bilgili ve hatta deli diye tabir edebileceğimiz bir yönetmendir. Öyle ki 2005 yılında Time dergisi onu dünyanın en etkili 100 kişisi arasında göstermiştir. İrlanda asıllı Amerikalı aktör, film yapımcısı, film yönetmeni, senarist, yazar ve liberal politik yorumcu, tüm zamanların en çok gişe yapan üç belgeseli olan Bowling for Columbine, Fahrenheit 9/11, ve Hasta'nın da yönetmeni, senaryo yazarı ve yapımcısıdır. Fahrenheit 9/11, ve Hasta tüm zamanların en çok hasılat yapan birinci ve üçüncü belgesel filmi olma unvanını taşımaktadırlar. "Bowling for Columbine" ise aynı listede altıncı sırada gözükmektedir.

Benim cici silahım belgeseliyle ilk uluslararası ödülünü aldı yanı Cannes'da Altın Palmiye aldı. Aynı zamanda bu belgesel Oscar (en iyi belgesel dalında) ve César ödüllerini de kazandı. Fahrenheit 9/11 ile yine Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü kazandı. Ayrıca Amerika’da ve dünyaca ünlü uluslararası film festivallerinde toplam 25 ödülün sahibi oldu ve 12 ödüle de aday olarak gösterildi.

Sineması Üzerindeki Etkili Olan Tarihsel Olaylar

Moore gazeteci kökenli olması dolayısıyla ülkesi ve dünya hakkında çok fazla bilgiye sahip bir adam. Yani bizde Murat Bardakçı neyse o . Belgesellerinde çoğunlukla doğduğu yer olan Michigan eyaletinin Flint şehrine ve buradaki ekonomik gerileğe, işsizliğe değiniyor. Yaptığı işler ve ailesinin çalıştığı yerler de yine üzerine durduğu konulardan. Bu yönüyle biraz Fellini’ye benziyor. O da filmlerinde doğup büyüdüğü şehir Rimini’yi ve çocukluğunu çok kullanırdı. Belgeselleri üzerinde daha çok Amerika’nın bastırılmaya, üzeri örtülmeye çalışılmış olayları etkilidir. Bu bazen bireysel silahlanma, bazen ikiz kulelere yapılan saldırı, bazen de sağlık sistemi oluyor.

Sinemasının Genel Anlatım Özellikleri

Liberal bir aktivist olan Moore'un belgesellerinde ısrarla üzerine gittiği ve eleştirdiği konuların başında küreselleşme, çok uluslu şirketler, sivil silahlanma, Irak Savaşı ve ABD'deki sağlık sisteminin çarpıklığı, en çok eleştirdiği ve takıldığı kişilerin başında da eski ABD başkanı George W. Bush gelmektedir. Eleştirel tavrının yanında olaylara yaklaşımı mizahidir.

Filmlerinden Örnekler

Roger & Me (Roger ve Ben)

General Motors otomobil fabrikasının Michigan eyaletinin Flint şehrindeki fabrikalarını sökerek Meksika'ya taşıması sonrasında, 30 bin kişinin işini kaybetmesi, şehrin ekonomik olarak nasıl gerilediği mizahi bir dille anlatılır. Michael Moore’un şirketin İcra Kurulu Başkanı Roger Smith'le bir mülakat ayarlayabilme mücadelesi gösterilir. Filmin adı da GM başkanı Roger Smith’ten gelmektedir. 1989 yapım tarihli Michael Moore’un sesini ilk kez duyurduğu belgeselidir. Küreselleşmeyi, neoliberalizmi yeren ve aynı zaman da kara mizahı elden bırakmayan bir eserdir.                 
                                 
The Big One (Büyük Olan - 1997)

ABD'deki tröstler ve politikacılara takılıyor. Michael Moore'un bir kitabinin reklamı için çıktığı Amerika turunda gittiği şehirlerde işlerinden çıkarılmış insanlarla ilgili bir eleştirel bir belgesel filmi. Nike firması hedeflerinden biri. Phil Knight’ın Endonezya’daki genç kızları ucuz iş gücü olarak kullandığını ama kendi ülkesindeki insanların işsizliğini görmezlikten geldiğini vurguluyor. Ki yine işsizleri gösterirken ön planda Michigan eyaleti ve Flint şehri var.

Bowling for Columbine, (Benim Cici Silahım - 2002)

Bowling For Columbine, 1999 yılının Nisan ayında, sabah bowling oynadıktan sonra okudukları liseye giderek içinde öğrencilerin ve öğretmenlerin bulunduğu 13 kişiyi öldürüp 23 kişiyi de ağır şekilde yaralayan iki öğrenciden geliyor.  Moore, bu katliamdan yola çıkarak ABD'de siviller arasındaki silahlanma yarışı ve toplumdaki şiddet konusuna eğiliyor. Bir örnek vermek gerekirse: Avrupa ülkelerinde silahla öldürülenlerin sayısı yılda iki veya üç basamaklı sayıları geçmez iken, Amerika’da 11000!  Tüm zamanların en çok gişe yapan belgesel filmleri arasında altıncı sırada yer almaktadır. 2002 Cannes Film Festivali'nde, belgesel dalında Oscar ve en iyi yabancı film olarak César ödüllerini kazanmıştır. Ve dünya çapında 50 milyon dolar gişe başarısı elde etmiştir. Belgesel filmlerin vizyona girme şansını nadiren yakaladığı ülkemizde de gösterim şansı yakalayan yapımlardan biri oldu.
Moore’un cüretkar belgeseli 46 yıldan sonra ilk kez Cannes Film Festivali’nde yarışmaya layık görülen bir belgesel olması açısından da dikkat çekici. Mizah ile trajediyi çok özel bir şekilde harmanlayan bu film daha önce hiç görülmemiş ve hayret verici sahneleriyle izleyiciyi ciddi biçimde sarsacak özellikler taşıyor. Michael Moore'un "ağlanacak halimize gülüyoruz"un en güzel örneği olan belgesel sonlarına doğru beliren "fuck everybody" şapkalı adam aslında her şeyi 30 saniyede özetleyiveriyor.

Fahrenheit 9/11, (2004)

Belgeselin kategorisi; haber ve gündem, olarak belirlenmiştir. Belgeselin odak noktasında ABD Eski Başkanı George Bush var. Bu belgesel sadece ABD halkının üzerinde oynanan oyunlar değil aynı zaman da dünya üzerinde çevrilen karanlık işleri açık bir biçimde dile getirmektedir. Bu filmi asıl değerli kılan da hiçbir iddianın delilsiz olmamasıdır. Moore, kendine özgü mizah tarzı ve ısrarcı tutumu ile Bush hükümetinin dış politikası hakkında korkusuz bir araştırmaya girişmiştir. Michael Moore, 9/11’deki Suudi Arabistan bağlantısını görmezden gelip, Irak’la savaşa balıklama dalan George W.Bush ve yakın çevresine kuşkucu bir yaklaşımla yönelmiştir. Her ne kadar belgesel türü bir film olsa da film de anlatılanlar bize "ancak bunlar bir senaryoda olur" dedirttirecek türden. Yine Michael Moore'un eğlenceli anlatımıyla Fahrenheit 9/11 ilginç bir hal alıyor.

Hasta (sicko – 2007)

İngilizcede sick (hasta) sözcüğünden türetilmiş argo bir sözcük olan "Sicko", "tehlikeli akıl hastası", "sapık" anlamında kullanılmaktadır. Filmin tanıtım sloganı da doktorların hastalarına ara sıra sarf ettikleri bir sözden alınmıştır; "Biraz canınız yanabilir!"
ABD'deki sağlık sigorta şirketlerinin acımasızca sigortalıları istismar etmeleri, sadece kâr peşinde koşan ilaç şirketleri, şirketlerden para alan siyasetçilerin şirketlerin çıkarları doğrultusunda kararlar almaları, sigorta şirketlerinin uzayan hastalık listeleri gibi konulara değiniyor ve bunu yaparken sıklıkla belgeleri ve rakamları ortaya döküyor Moore. ABD'nin pahalı ama çarpık sağlık sistemini eleştirirken, İngiltere, Kanada, Fransa ve Küba gibi kâr amacına dayanmayan sosyal sağlık sistemlerinin mevcut olduğu ülkeler ile kıyaslamalar yapıyor. Ki bunların içinde derin yaralarını iğne iplikle kendi dikenler, iş kazası sonucu kopan parmaklarında ucuz olanı diktirmek zorunda olanlar var. En çok da hamile ve çocuklara yönelik sağlık hizmetleri üzerine bir kıyaslamaya gidiyor.

Dünyada sağlığa en fazla bütçeyi ayırmış bir ülke olan ABD'de ortalama yaşam süresinin bile bu ülkelerden çok daha düşük olduğunu da belgeliyor. Sigortalı oldukları halde aldıkları (veya alamadıkları) sağlık hizmetlerinden dolayı yüksek ve ödenemez faturalarla yüz yüze gelen ABD vatandaşlarından bazılarını Küba'ya götürerek bedava sağlık hizmeti almalarını sağlar. Sağlık sistemlerini kıyaslarken yine pek çok hınzırlıklara başvurmayı ihmal etmiyor.
Bu hınzırlıkların içinde belgeselin sonunda kirli çamaşırlarını kucaklayıp, ABD başkanının onları yıkaması için beyaz saraya doğru yola çıkması ve Küba’ya sığınmadan önce belgesel boyunca bir şekilde sağlık sistemi tarafından mağdur edilmiş Amerikalı vatandaşları bir yata bindirip Guantanamo’ya götürmesini sayabiliriz. Guantanamo’daki cezaevinde mahkumlara sağlanan sağlık hizmetinin normal vatandaşlara ve orada görevli olan çoğu askere sağlanan hizmetin çok çok üstünde olduğunu bizzat askerler kendi ağızlarıyla söylüyorlar.

Film ilk gösteriminin yapıldığı Cannes Film Festivali'nde çok büyük ilgi gördü ve dakikalarca ayakta alkışlandı. Film "En iyi belgesel film" dalında Akademi Ödülü'ne aday gösterildi. Çeşitli yarışmalarda tam 7 ödül kazandı. 9 milyon dolara mal olan Sicko, belgesel bir film olmasına rağmen 6 ay içinde 35 milyon dolar hasılat yaptı. Film tüm zamanların en çok hasılat yapan 3. belgesel filmidir. Birincisi de yine bir Moore filmi olan Fahrenheit 9/11'dir. Moore'un "Bowling for Columbine" filmi de aynı listede 5. sırada bulunmaktadır.

Capitalism: A Love Story (Kapitalizm: Bir Aşk Hikayesi - 2009)

Dünya’da 2009’un 2 Ekim'de, ülkemizde ise 11 Aralık 2009’da vizyona giren belgesel, şirket politikaları altında ezilen kitlelerin hikayelerini kendine konu ediniyor. Buradan yola çıkarak bedelini sıradan insanların ödediği finansal krizin sebeplerini ve sonuçlarını da sergiliyor. Her gün işini kaybeden 14.000 insan.

Michael Moore, "Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi" adlı filminde, meslek yaşamı boyunca izini sürdüğü "kapitalizm”i mizahi bir dille mercek altına alıyor. Film, 2009 yılının Eylül ayında dünya galasını yaptığı Venedik Film Festivali’nin Gençlik Jürisinin seçimiyle Altın Aslancık ödülünün sahibi oldu.


3 Ocak 2013 Perşembe

Koku - Bir Katilin Hikayesi (Perfume-The Story of Murderer)


-BİREYİN KENDİNİ KEŞFEDİŞİ-

ORTAM ÇÖZÜMLEMESİ

Film “parfüm” adlı romandan uyarlamadır. Roman, ilk kez 1985’te ortaya çıktı ve o andan itibaren bütün dünyada şu ana kadar 12 milyondan çok satarak sansasyonel bir başarı yakaladı. KOKU: BİR KATİLİN HİKÂYESİ dokuz yıldan fazla bir süre “Spiegel”in çoksatanlar listesinde kaldı ve ABD, Japonya, Fransa, İngiltere, İspanya, İtalya gibi ülkelerin çoksatanlar listesinde başı çekti. Almanca’dan 41 dile çevrildi ve böylece Erich Maria Remarque’nin Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok adlı eserinden beri en başarılı Almanca roman oldu.

Yönetmen ve kitabı yazanda Alman asıllı olduğu için Fransız düşmanlığı ve eleştirisinin yapıldığını görüyoruz ki Almanya ve Fransa arasında yüzyıllardır Alsace-Lorraine ya da Alsas-Loren bölgesinden kaynaklanan ve günümüze kadar süren bir gerginlik söz konusudur.

 YÖNETMEN TOM TYKWER İLE SOHBET

“Perfume” romanı ne zaman dikkatinizi çekti?
20’li yaşlarımın başındaydım. O zamanlar herkes kitap okurdu. Fakat ben yine de biraz geç başlayanlardandım. Çünkü tarihi edebiyat pek ilgimi çeken bir tür değildi. Fakat sonunda kitabı okuduğumda çok etkilenmiştim.

Roman o zaman sizi nasıl etkilemişti?
Romanın zamanı ve mekânı anlatım tarzı muhteşemdi. 18inci yüzyılda günlük hayat çöplükte yaşayanlar ve karanlıktan ibaretti. Kitap inanılmaz dramatik bir görsel çiziyor ve bu tarihte sizi yaşatmayı başarıyordu: balık pazarındaki doğum, Paris’in keşfedilmesi birbirini izleyen cinayetler ve tabii ki muhteşem ve beklenmeyen bir sonuç.

Peki, sizce kitap neden bu kadar çok tutuldu ve beğenildi?
18 inci yüzyıl hayatına yaklaşışı, normal bir hayat yaşamayan ilginç kahramanı ve dönemin bütün katmanlarına ulaşan anlatım tarzı ile kitap çok değerli bir edebi eser bence.

Hoffman’ı Baldini rolünde?
Hollywood’da onun yerine bu rolü oynamasını istediğim hiç bir aktör yoktu. O da tıpkı De Niro gibi kendine özgü karakterleri büyük bir başarıyla oynayan çok yetenekli oyunculardan biri.

DRAMATURJİ ÇÖZÜMLEMESİ

ÖZET
Filmde olaylar 18. Yüzyıl da Fransa'da geçmektedir. Sefalet, açlık ve pislik içerisinde yüzen alt tabaka Paris halkının içerisinden alınan kesitlerle başlar olaylar. Jean-Baptiste Grenouille bir balık satıcısı kadının oğlu olarak tezgâh arkasında çöplerin arasında doğar. Annesi ölecek sanarak çöplerin arasına atmıştır. Lakin Jean yaşar ve bir yetimhanede büyür. Güçlü bir koku alma yeteneği olduğunu çok geçmeden fark eder.
Gençlik döneminde tabakhanede çalışmaya başlayan Jean şehre indiği günlerden birinde güzel bir genç kızın kokusunun büyüsüne kapılır ve onu takip eder. Bir süre sonra kıza ulaştığında kız korkar ve çığlık atar. Çevrenin onu duymasından endişelenen Jean da panik içinde onun ağzını elleriyle kapar. Ne var ki bu durum kızın boğularak ölmesine yol açar. Jean burada kızın her yerini koklayarak güzelliğin ve ölümün kokusunu içine sindirir.

Paris'in o dönemki parfüm endüstrisi liderlerinden Giuseppe Baldini diğer üreticilerle rekabet içindedir. Jean onun dükkânını görmüş ve bu koku imparatorluğuna hayran kalmıştır. Bir gün tabaklanmış derileri Baldini'ye getiren Jean ona “Paris'in en iyi burnu”nun kendisi olduğunu söyler. Baldini önce inanmaz ancak Jean rakip üreticinin mamulünü kısa bir sürede üretince şaşırır. Bir süre sonra da Jean ona mükemmel kokular üreterek yanında çalışmaya başlar.

Ancak Jean'ın artık bir hedefi vardır. Her şeyin kokusunu esir edebilmek. Baldini'den bunu ona öğretmesini ister. Güllerden imbiklerle koku üretimini gören Jean her şeyin kokusunu bu sayede çıkarabileceğini düşünür. Lakin işler umduğu gibi gitmez. İmbikte kaynatıp damıtmayı denediği cam ve kedinin kokusunu alamaz.
Baldini o sırada ona koku konusunda efsaneyle karışık bilgiler vermiştir. 12 ana kokudan, bunların vereceği hissiyattan ve birleşecekleri 13. koku ile oluşturacakları mükemmeliyetten bahsetmektedir. Baldini'nin yanında onun teknikleri ile 13. Notaya ulaşamayacağını anlayan  Jean ondan Grasse'de ki “çiçekleme” tekniğini öğrenir ve oraya gitmek üzere yola çıkar. Grasse'de çalışmaya başlayan Jean için ilk deneyini yapma vakti gelmiştir. Bulduğu ilk kadını içine attığı imbikden de herhangi bir koku elde edemez. Bunun üzerine tekniğini değiştirir ve onları önce hayvansal yağla kaplayarak sonra bu yağı damıtma yoluna gider. İkinci cinayeti sonrası tekniği verimini verir. İnsanın kokusunu elde etmiştir. Artık 12 şişeyi tamamlamaktadır sıra.
Cinayetler peş peşe başlar. Bu arada kent halkında da panik başlar. Kentin önde gelen kişilerinden Antoine Richis'in kızı Laura, Jean'ın yeni gözdesidir. On üçüncü şise için onun güzelliğini seçer. On iki cinayet tamamlanınca bulunan yanlış katiller nedeni ile Jean işini rahatlıkla götürür. Ancak sıra Laura'ya gelince babası bir şekilde kızının başına geleceği hissetmiş ve onu şehir dışına kaçırmıştır.

Jean için şehir dışı da olsa Laura’yı bulmak zor olmaz. İstenmeyen ama beklenen olur ve Laura'da damıtılmış 13. şişede yerini alır. Aynı anda Jean'ın çalıştığı eski yerde eski kurbanlara ait giysi ve saçlar bulunmuş ve onu bulmak üzere yola koyulmuştur.

Jean iksiri tamamladığı anda yakalanır. İşkence ve ölüme mahkûm edilir. Şehir meydanında işkence platformu hazırlanır. Meydana gelen Jean iksirini sürdüğü an bir anda öfkeli kalabalık yerini bir sevgi kalabalığına bırakır. Laura'nın babası dahi onu affeder. Koku gücünü göstermiştir.

Ancak Jean yalnızdır. Paris'e geri döner, kokuyu üzerine boca eder ve halkın sevgi dolu saldırıları arasında yok olur gider.

Durum/Mekân/Atmosfer

Karanlık, loş ışık kullanılmış Paris’i gösterirken daha kasvetli karanlık pis göstermek için o zaman ki halini eleştirmek için. Grasse daha temiz daha aydınlıktır. Dini motifler çok kullanılmış. Bunlar; mum, haç kolye, kilise, papa ve parfüm notalarından biri olan genç güzel rahibe olarak sayabiliriz. Elit ve alt tabaka ayrımı belirgindir. Elit kesim dış görünüş olarak (kıyafet, makyaj vs) şık, gösterişli iken Alt tabaka pis, sıradan cahil olarak yansıtılmaya çalışılmıştır.

Başrollerin yapısal özellikleri

Biyolojik: Jean-Baptiste Grenouille zayıf, görünüş itibariyle çelimsiz, güçsüz ve vücut tipi kadını anımsatıyor. Richis ve Baldini ise iri yarı adamlardır.

Psikolojik: Baldini, ukala, çıkarcı, aşağılık kompleksi olan ve alt tabakayı hor gören biridir.
Richis, karısını yitirdiği için kızına fazlaca düşkün ve çok fazla korumacı bir babadır.
Jean-Baptiste Grenouille, insani duygulardan yoksun bir adamdır. Çünkü doğar doğmaz annesini yitiyor yani annesi idam ediliyor onu bırakıp kaçmaya çalıştığı için. Odipal kompleksi aşamamış bir adamdır, o yüzden.
Sosyolojik: Jean-Baptiste Grenouille, fakir, köle, cahil, alt tabakayı temsil ediyor.
Richis ve Baldini ise zengin, şehirli, elit, bilgili yüksek zümreyi temsil ediyor.

Motifler

Etik, eleştiri, didaktik ve filmin özelliğinden kaynaklanan toplumsal, tarihi ve dini motifler var ki bunları eleştirel motifler içinde sayabiliriz. O dönemin Fransa’sına ve kiliseye eleştiri var. Etik ve didaktik olarak ise duyulardan duygulardan yoksun Jean-Baptiste Grenouille toplu sevişmenin meydana geldiği sahnede yaptığı yanlışların farkına varıyor. Ama Sokrates’e göre bakacak olursak, Jean-Baptiste Grenouille kötü bir şey yaptığının bilincinde değil o yüzden ahlaksız bir adam diye yargılayamayız onu ta ki Grasse meydanında topluluğun kokuya olan tepkisini görüp aydınlanma yaşayıncaya kadar. Çünkü Sokrates’e göre mutlak kötü yoktur kişi isteyerek kötü olmaz aklı ona bazı şaşırtmacalar, sapmalar yaptırır. Ahlaklı olmak, erdem bir bilimdir ve öğrenilebilir. Doğru bilgi, erdemli bilgi kişiyi ahlaka götürür ki o da parfümü çıkarları için kullanmaktansa kendini cezalandırmak için kullanıyor. Çünkü yaptığının farkına varıyor ve erdemli bir davranışta bulunuyor ki burada da Aristo devreye girer. Aristo der ki; erdemli olmak mutluluğa hizmet etmez.

SONUÇ

18. yy Fransa’sına yönetmenin ve romanın Alman asıllı olmalarını göz önünde tutarak ağır bir eleştiri vardır. Paris’in pis oluşuna, kiliseye ve devlet kurumlarına yani polis kuvvetlerine eleştiri var. Aynı zamanda toplumdaki sınıf farklılığı üzerinde çok duruluyor. Günümüzde de olduğu gibi o dönem Paris’i yine en modern şehir olarak tanıtılıyor ama eleştirilerek. Mesela Paris’in pis kokulu bir şehir olduğu ve parfümcülerin sanatçı muamelesi gördüğünü gözler önüne seriyorlar ki Paris aynı zamanda moda kentidir. Bunun sebebini anlatıyor seyirciye filmde. Neden mini etek, topuklu ayakkabı, şapka modasının oluştuğunu anlatmaya çalışıyor. Banyo kültürleri yok, sokaklar pislik içinde ve sınıfları ayıracak bir şeyler lazım. Üst tabaka erkekleri peruk takıyor ve yüzlerini pudra ile beyazlaştırıp allık sürüyor ki alt tabaka gibi pis gözükmemek için. Çünkü alt tabakadakiler pis olmak zorunda onlar elit kesim için çalışıyorlar. Pis işleri, ağır işleri, bedenen yapılan işleri alt sınıf yapıyor, üst sınıf ise yönetim ya da sanatla alakalı ruhla ve bilgiyle, akılla yapılacak işlerin başındalar. Kilise’nin aforoz etme gücüne bir eleştiri var Jean’ın işlediği cinayetler dolayısıyla. Kimileri, bu adam gözü dönmüş, sapkın bir katil aforozu dinlemez, derken kimileri ise, yüce kilisemize nasıl karşı gelir, diyor. Ayrıca parfümün etkisi ile Papa bile kendinden geçiyor. Sisteme eleştiri ise şu şekilde yapılıyor; aforozu tartışan üst sınıfın toplantısı katil yakalandı diyerek bölünüyor, Richis ise bu yakalanan adamın işkence altında her şeyi itiraf ettiğini ve yakalanan adam ile Jean’ın öldürme yöntemlerinin farklı olduğunu söyleyerek karşı çıkıyor. Ama ileri gelenler katil yakalandı, biz mutluyuz, bu işin peşini bırak diyorlar.

Niye 12 nota işte karışımı 13 oluyor (13’ün batı dünyasında uğursuz sayılması olabilir bunun sebebi) ya da parfümün adı neden aşk ve ruh ya da niye çıplak kadın bedeni meyveler ya da güllerle sunuluyor, kullanılan müzikler ve replikler dahil niye parfümle cennet’e, meleklere, Tanrı’ya vurgu yapılıyor gibi.


25 Aralık 2012 Salı

"Federico Fellini"


Dahi - Deli Auteurist Üzerine

Yönetmenin Kısa Yaşam Öyküsü

Federico Fellini 20 Ocak 1920'de İtalya, Rimini'de doğdu. Fellini’ni, İlkokul eğitimini, Rimini'de San Vicenzo Rahibeleri'nden aldı. On yaşındayken evden kaçıp bir sirke girdi. 1938'de üniversiteye kaydını yaptırdı fakat derslere devam etmek yerine mizah dergisi "420" ve resimli roman dergisi "Avventuroso" için çalışmaya başladı. 1939'da Roma'ya gitti ve karikatür sanatçısı olarak çalıştı. 1939–1940 yılları arasında radyo oyunları ve filmler için espriler yazdı. 1943'de oyuncu Giulietta Masina ile evlendi. Birçok filmde birlikte çalıştılar. 1944'de Roberto Rossellini ile birlikte "Roma, Città Apperta (Roma Açık Şehir)" filminin senaryosu üzerine çalıştı. 1946–1952 yılları arasında senaryo yazarı ve yönetmen yardımcısı olarak Rosselini, Alberto Lattuada ve Pietro Germi ile çalıştı. 1950'de ilk filmini Lattuada ile birlikte yönetti.
Başarılı sinema kariyeri boyunca dört kez En iyi Yabancı Film Oscar'ını aldı. 1993'de meslek yaşamında gösterdiği başarı için özel bir Oscar'la onurlandırıldı. Ekim 1993'de Roma'da kalp krizinden öldü. Masina da kocasının ölümünden 5 ay sonra 73 yaşındayken kanserden öldü. Karı koca birlikte, Rimini mezarlığına, heykeltıraş Arnaldo Pomodoro'nun yonttuğu anıtsal mezara gömüldüler.

 Yönetmenin Sinema Tarihi İçersindeki Yeri

Sinema’da devrim yaratan Fellini, klasik anlatımı bozar. II. Dünya savaşı sonrasının en önemli sinema yönetmenlerinden birisi olan Fellini, sinemaya önce Rossellini’nin -Yeni Gerçekçiliği- ortaya koyan filmlerinin senaryolarına katılarak başladı. Daha sonra kendi sesi ve düşüncelerinin üzerine basarak kendi akımını kendi felsefesini ve kendi sinemasını yaratmıştır. “Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım” demiştir. Kendisi hem ne anlattığı hem de nasıl anlattığı o kadar önemli olmayan sinemaya kucak açmıştır. Yarattığı absürt karakterler ile öne çıkmıştır. Yeşilçam’ın da esinlendiği bir yönetmen olmuştur.
“Sekiz Buçuk”, 108 farklı ülke yönetmenince sinema tarihinin en önemli 10 filminden biri olarak seçilmiştir. “Tatlı Hayat” filmini Vatikan filmi yasaklamaya çalışmış fakat İtalyan halkı filme sahip çıkmıştır. Bu filmle Federico Fellini, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi, en iyi kostüm dalında da Oscar ödülünü kucaklamıştır.

Yönetmenin Sineması Üzerinde Etkili Olan Toplumsal Olaylar

Gençlik yıllarındaki çalışma hayatı, 2.dünya savaşı yıllarının ekonomik durumu gibi zorluklarla doluydu. Bir işten öbür işe geçmek zorunda kaldı. Bu işlerin birbirleri ile ilişkisi de yoktu. Polislik, gazetecilik, çizgi roman ressamlığı yaptıktan sonra birkaç işe daha girip çıktı. Savaştan yenik çıkan ülkelerin çekmek zorunda kaldığı sıkıntılı günlerdi.2. Dünya Savaşı sırasında Mussoli’nin faşist rejimi altında olan İtalya,1944 yılında yenildi ve Mussolini öldürüldü. Filmlerinde de faşizme çarpıcı şekilde eleştiri vardır.

Yönetmenin Ana Estetik Akımlarla Olan İlişkisi

Federico Fellini, yeni gerçekçilik akımında yetişti ve filmleri ilk dönemlerde bu akım içinde yer aldı. Fakat Federice Fellini yeni gerçekçi olarak sınıflandırılması zor filmler yapmıştır.  Çünkü, daha sonra ki filmlerinde, imgelerle ve fantazilerle örülü, kendi dahilik ve deliliğini yanssıtan bir anlatım biçimine geçmiştir. Onun için Avrupa avant-garde sinemasının ustası denilebilir.

Yönetmenin Sinemasının Genel Anlatım Özellikleri

Akdeniz havzası, antik çağın ve Akdeniz’in çok kültürlülüğü ile Federico Fellini’yi etkilemiştir. Kendine özgü garip, fantezilerle dolu, hayal dünyasını yansıtan filmleri bir eleştirmence idin çılgın dansı olarak tanımlanan Fellini, sinemada düş gücüne en fazla önemi veren, büyük göğüs takıntılı yönetmendir.

Ressam Henri Toulouse-Lautrec (1864–1901), Fellini sinemasını etkileyen en büyük isimlerden biridir. Lautrec’in çocukluk dönemini sanatına yansımıştır. Bunların en önemlisi sirklerdir. Fellini sinemasında sıkça göreceğimiz sirk sahneleri, Lautrec’in fırça darbelerinden çıkmış gibidir. Tabi bu sirk havasında Fellini’nin küçük yaşlarda evden kaçıp sirke katılmasının da büyük etkisi vardır.

Yönetmenin filmlerinin karakteristik özelliklerinden biri de oldukça kilolu, iri göğüs ve kalçalara sahip birbirinden hoş bayanlara filmlerinde yer vermesidir. “Amarcord” filminde bu özelliği oldukça belirgindir. Sinemasının bu karakteristik özellikleri günlük yaşama “Fellini Kadınları” kavramını da katmıştır. Fellini güzel veya çirkin tüm kadınlara aşıktır.
Yönetmenin kendi içsel bunalımını anlattığı filmleri çok kopya edilmeye çalışılmıştır. Ancak filmlerinde bütünlük konusuna hassas yaklaşmış, yaptığı her filmin bütünün parçalarını oluşturduğunu dile getirmiş ve bunları bir araya getirince kendi yaşantısının oluştuğunu ifade etmiştir. Filmlerinde yaşayan bir insandır.
Yönetmenin ilginç özelliklerinden birisi de rüya defteri tutmasıdır. Bu durum prodüktörleri endişelendirirken, eleştirmenleri şaşırtıyor, izleyiciyi ise memnun ediyordu. Fellini:“Sinema rüyanın dillerini kullandığından beri rüyalar hakkında konuşmak filmler hakkında konuşmak gibi; yıllar saniyeler içinde geçebilir ve kendinizi bir anda başka bir yerde bulabilirsiniz. Bu görüntülerden oluşmuş bir dil. Ve gerçek sinemada, her nesne ve her ışığın aynı rüyada olduğu gibi bir anlamı var”.
Tatlı Hayat filmiyle Fellini’yle başlayan işbirliği dört film daha sürecek olan Marcello Mastroianni kendi anılarını anlattığı “Hatırlıyorum” adlı kitapta Fellini ile ilk karşılaşmasını şöyle anlatır; Mastroianni: “Senaryoya bakmam mümkün olacaksa, sevinirim’, dedim. Doğal olarak profesyonel gözükmek istiyordum. ‘Tabi elbette!’ diye gülümsedi Fellini. Ve Flaiano’yu çağırdı: Ennio, Marcellino’ya mümkünse senaryoyu getirir misin? Ennio Flaiano, o alaycı havasıyla bana bir dosya getirdi. Dosyayı açtım. İçinde hiç bir şey yoktu. Yalnızca Fellini’nin sürekli çizdiği karikatürlerden vardı: Burada, denizin ortasında yüzen bir adam ve dibe sallanan cinsel organı görülüyordu, çevresinde Easter Williams’ın filmlerindeki gibi, bir balerin siren dönüyordu. Ben doğal olarak kıpkırmızı kesildim, bilemiyorum, sarardım, yeşerdim, renkten renge girdim. Senaryoyu sormakla çok ileri gittiğimi anladım. Ne diyebilirdim? ‘Eh evet, ilginç görünüyor. Hazırım: Nereyi imzalamam gerekiyor?’ diyebildim. Fellini’yle ilk karşılaşmam böyle oldu.”
Fellini’s Roma filmi hakkında, ne kadar süre araştırma yaptığı sorulduğunda “filmdeki her şeyi kafamdan attım çünkü bu benim Roma’mdı” demiştir.
Fellini’nin filmlerine bakıldığında, Rimini’deki birçok imgeyi görebiliriz. “Sekiz Buçuk” (1963) filminde üretkenlik krizine giren yönetmen (Marcello Mastroianni’nin oynadığı Guido), kaplıcası bulunan bir sağlık merkezine gider. Rimini de kaplıcalarıyla ünlüdür. Fellini için Rimini’de bulunan önemli imgelerden birisi de, bugün bile hala açık olan Rimini Grand Otel’dir. Özellikle “Amarcord” (1973) filmine baktığımızda, cinsellik dolu bir otel karşımıza çıkacaktır. Filmde otelin adı da Grand Otel’dir. Peter Bondanella, The Films Of Federico Fellini adlı kitabında Grand Otel imgesinden şöyle bahseder: “Rimini’nin rüya mekanı Grand Otel; “Amarcord” filminde belirgin bir şekilde, Rimini’nin bütün erkek nüfusunun cinsel arzularının boşa çıktığı yere işaret ediyor, bu Fellini’nin işleri arasında hala ayakta duran ve en unutulmayan imgelerden biridir.” Rimini Grand Otel bugün hala açık. “La Mia Rimini” adlı resimli kitapta Fellini’nin Grand Otel’le ilgi görüşlerine de yer verilir: “Yaz gecelerinde Grand Otel, İstanbul, Bağdat ve Hollywood oluyor…”
Fellini, Franz Kafka gibi "kendisinden başka kimsenin onu anlamadığına" kanaat getirmiştir.

 Yönetmenin Film Örneklerinden Hareketle Temel Stilistik Eğilimleri

Işıklandırma ve mekan Fellini için çok önemlidir. Filmlerinde genellikle dramatik aydınlatma tekniklerini kullanmıştır. Mekanı tanıtmak istediği zaman yada sahnelenen hareketi tamamıyla göstermek için genel açı çekimleri tercih etmiştir. Oyuncunun ruh halini yansıtmak için dramatik aydınlatma ile birlikte yakın plan çekimleri kullanmıştır. Özellikle aksiyon, hareket içeren sahnelerde kamera hareketi kullanarak oyuncuyu veya olayı takip eder. Bunlar göz önünde tutulduğunda filmlerinde ışıklar, kostüm ve oyunculuk açısından müzikal, tiyatro havası vardır.
Kurduğu kompozisyonlarda, gündüz çekimlerinde genellikle yağmurlu, kasvetli, sıkıntılı, bulutlu, karanlık hava dikkat çeker.
Fellini, Avrupa sinemasının avangart yönetmeni olarak yada dışa vurumcu sinemanın İtalyan öncüsü olarak tanımlanabilir. Tabi ki avangart sinemasında olduğu gibi gelişen bütün teknolojik yenilikleri kullanmıyor.
Federico Fellini sinemasını baktığımızda üç isim özellikle ön plana çıkar; oyuncu Marcello Mastroianni, oyuncu Giulietta Masina (aynı zamanda Fellini’nin karısıdır) ve besteci Nino Rota. Bu üç isim; hem İtalyan sanatında, hem de Fellini sinemasında önemli bir yere sahiptir. Mastroianni, Fellini’nin erkeklik egosunu bütün yönleriyle temsil eder. Masina ise yönetmenin bakışıyla duygusal bir kadın portesi çizer. Rota ise Fellini’nin birçok filmine besteleriyle hayat vermiştir.
     
 Ülke ve dünya sineması üzerindeki etkileri

Sinema tarihinde sanatçının gerçek anlamda durumunu veya yaratıcılığını ele alan çok az film vardır. Federico Fellini’nin Sekiz Buçuk (1963) filmini bu anlamda başyapıt sayabiliriz. Fellini’nin şiirsel gerçekçiliği ifade etmek için daha çok “sembolik komik tipler” kullanmıştır. Bu özelliği ile ülkemizde de Fellini taklit edilmiştir. Yönetmenin filmlerinde yarattığı karakterler onun öz benliği olmuştur. Bir nevi “auterite”nin peşindedir.
Federico Fellini,  Rimini gibi küçük bir sahil kasabasından küçük yaşlarda ayrılıp yaşadığı gerçekçi hayatla dalga geçercesine bulunduğu dönemin salt kültür uzantısı olan "Faşizm'i" ciddiye alacak kadar sürrealist filmler çeken bir yönetmen. Woody Allen “Celebrity” filminde Fellini’yi taklit etmiştir. Ama kendisi Fellini kadar etkili olamamıştır. Bunun sebebi ise Fellini’nin filmlerinin kopya edilmeye çalışılması ve onun kendi iç bunalımını anlattığı bir sirk havasındaki dahi deliliğinin göz ardı edilmesidir.
Amerikan Sineması “auter yönetmen” kavramını reddetmiştir diyebiliriz. Amerikan sinemasının filmlerinde karşımıza yaratıcı bir baba (sanatçı) figürü yerine, üvey baba figürü (yapımcı) çıkar. Federico Fellini ise filmlerinde yaşam bulan bir yönetmen olarak tam bir auteuristtir.

21 Aralık 2012 Cuma

Söyle Rabbin Kimse O'na Tapayım



11 Yıllık 'Can Dostum'a


           2000 yılıydı ve 13’üncü yaş günümdü. Hayatımın en güzel doğum günü hediyesini aldım. 3 aylık terrier yavrusu… Oyuncak kedi köpeklerimin içinde kaybolmuştu. Bembeyaz yumuşacık tüylü, ıslak siyah burunlu, şirin mi şirin, sevgiye şefkate muhtaç, minicik bir can… Biber yemeyi çok sevdiği için ismini ‘Biber’ koyduk. 11 yıl boyunca her gün aynı sevinçle beni evin kapısında karşıladı ve sabahları balkondan ağlayarak uğurladı, okula, işe… Tırnak sesinden horlamasına,  oburluğundan yaramazlıklarına kadar her şeyi ile alıştığım, özlediğim, dostum, arkadaşım hatta kardeşim…  Biber’im, beni geçen kış yalnız bıraktı. Rahim kanserinden öldü. Ben efsaneyim filminde Robert Neville karakteri köpeği Sam’i öldürmek zorunda kaldığında bugünün başıma geleceğinin farkındaydım. Ama kendimi hiç hazırlamamışım. Belki bu yüzden Wendy ve Lucy filmi bana çok etkili gelmiş olabilir. Yine de filmi sinematografik açıdan filmi incelenmeli.

          Filmin hikayesi; Ekonomik durumu ve aile ilişkileri iyi olmayan Wendy Carroll köpeği Lucy ile birlikte yeni bir hayat ve kazançlı bir iş için Alaska, Ketchikan’daki Northwestern konserve balık fabrikasında çalışmak üzere yola çıkar. Fakat Oregon’da arabasının bozulması ve köpeği Lucy’i kaybetmesi üzerine Wendy’yi güç kararlarla karşı karşıya bırakır.
2008 yapımı olan eser, Toronto Film Festivali (2008), Cannes Film Festivali (2008), New York Film Festivali (2008)’de boy gösterdi. Başrol oyuncusu, Michelle Williams’ı, Brokeback Mountain (2005) filmi ve 90’lı yılların sonunda fenomen olan gençlik dizisi Dawson’s Creek’den hatırlayabilirsiniz. En son ‘My Week With Marliyn’ filminde oyunculuğu ile seyirciyi büyüledi.  Williams, Wendy karakterini de kendine ve esere en uygun şekilde can vermiş. Fakat böylesi bir filmde daha az tanınan bir bayan oyuncu seçimi de yapılabilirmiş.
Yönetmen Kelly Reichardt, River of Grass (1994), Old Joy (2006) ve Meek’s Cutoff (2010) filmleri ile tanınıyor.

Wendy & Lucy Amerikan rüyasını yerle bir eden ve gerçekleri olağanca sade ve dingin bir şekilde izleyiciye anlatan etkileyici bir drama yapıtı. Amerika’nın yıpratıcı ekonomik koşullarında hayatta kalma çabası veren insanların hikayesi, Wendy ve Lucy’nin hikayesi üzerinden seyirciye aktarılıyor.

Özünde basit ve sıradan gibi gözüken filmin hikayesi; ekonomik olumsuzlukları, yıpranmış insan ilişkilerini ve kopmuş aile bağlarını reel bir şekilde süslemeden anlatıyor. Hollywood tarzı aksiyonu bol, atlamalı, hoplamalı, zıplamalı ve güzel – yakışıklı yıldızlarla dolu filmlerden hoşlananlar eserden zevk almayabilir. Fakat Fransız Yeni Dalga akımının ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımlarının bazı özelliklerinin etkileri görülen film, bu akımların meraklılarını doyuracak nitelikte. 

2. Dünya savaşı sonrası doğmuş, Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımlarını isimleri geçmişken biraz hatırlayalım. Fransız Yeni Dalga akımı doğal ses ve ışığı kullanmayı tercih eden, Hollywood öykülemesine başkaldırıyı ilke edinmiştir. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı ise hayal kırıklığına uğramış insanların gündelik yaşamlarına, duygularına eğilirken,  belgesel filmlerini andıran kadraj tercih ediliyordu. İki akımda, stüdyo yapımı, dekorlar ve meşhur yıldızların olduğu şaşalı hikayeler yerine,  sokakları, doğallığı ve gerçekliği tercih ediyor. Wendy & Lucy, yönetmen ve oyuncu iş birliğiyle, akımların öne çıkan bu özelliklerini derinlemesine izleyiciye hissettiriyor.

Köpeğim Biber’i, alışverişe giderken dükkanın önüne bağlardım ve ‘sana mama alıp geleceğim, bekle beni’ diyerek tembihlerdim. O yüzden olsa ki beni en çok etkileyen sahne; Wendy’nin, Lucy’yi marketin önüne bağlayıp, onu tembihleyip markete öyle girmesi idi.
Bana 11 yıllık ‘Can Dostum’u sizlere aktarma olanağı sunan Wendy ve Lucy filmini umarım zevkle izlersiniz. Evcil hayvanınız varsa onu sıkıca kucaklayın, sevin, okşayın. Ve sokak hayvanlarını unutmayalım… Evimizin, bahçemizin, kapımızın, apartmanımızın önüne bir kap su ve mama koyalım.

Sevgi ve sanatla kalın…